top of page

Tepedeki Evde Konser

Yazarın fotoğrafı: Mustafa ÜrgenMustafa Ürgen

Biella - Schaal - Schumacher (Görselde sağdan sola)

Şehir merkezinin hemen doğusunda Uhlandshöhe adındaki bir tepeyi tırmanınca karşınıza geniş bir cadde, dolambaçlı yollar ve bazı iş merkezleri çıkıyor. Bunların arasından ağaçların arkasına saklanmış, tabelalar sayesinde bulabileceğini yüksek bir noktada Werkstatt Haus var. Uzun süredir buradaki etkinliklere katılmak istediğimiz için mekânı biliyorduk ve Rong zaten burada uzun süre önce bir atölyeye katılmıştı ve bana binayı göstermek istiyordu. Bu konser, ziyaretimize bahane oldu.


Werkstatt Haus, 1904 yılında Villa Hauff adıyla, dönemin tanınmış sanayicilerinden Dr. Friedrich Hauff ve eşi Regina için inşa edilmiş. 1935 yılında Stuttgart yerel idaresi tarafından alınmış, ikinci dünya savaşı sırasında SS’in çalışma ofisi olmuş, 1953-1985 yılları arasında gençlik merkezi olarak kullanılmış ve bir süredir sanatsal atölyeler, sergiler ve konserler için kullanılıyor.


Binanın içinde, alt kattaki büyük odaya girdiğimizde, sahnenin karşısında izleyicilerin oturması için sıra sıra dizilmiş sandalyelerde müzisyenlerin bekleyenlerle birlikte oturduğunu ve gelenlerle sohbet ettiğini gördük. Oldukça rahat bir ortam vardı. Normalde bar/cafe olarak kullanılan mekânın küçük bir kısmında bar kısmı çalışmaya devam ediyordu ve müzisyenler de arada içkilerini tazeleyip sohbete devam ediyorlardı. Müzik başlayınca bu sohbetin ruhu müziğe de yansıdı.


Müzisyenlerin kendi aralarındaki iletişimi ve hem “kendi başlarına” hem de “birbirlerini dinleyerek” müzik yapmaları adeta konserden önce başladıkları sohbetin devamıydı. Konserde üç jazz müzisyeninin bize aktardığı en etkili duygu nedir diye düşündüğüm zaman, bu iletişimi bizimle paylaşmaları aklıma geliyor. Müziği kullanarak birbirleriyle sohbet eden üç kişiyi dinledik. Kelimeleri ve bildiğimiz günlük dili kullanmak yerine müziğin dilini kullandılar. Tek fark buydu. Biella - Schaal - Schumacher trio bizi kendi sohbetlerine misafir kıldı.


Çaldıkları şarkıların en az yarısı kendi besteleriydi. Özellikle kendi bestelerinde, aralarındaki iletişimi daha kolay görüyorduk. Yan gözle diğerine bakmalar, başlamak için birbirini kollamalar ve diğerini bazen çok dikkatli dinlemeler ama bazen kendi sesine kapılıp gitmeler eksik olmadı.


Sahne salonun bir ucundaydı ve müzisyenlerin bulunduğu kısım bir cumba gibiydi. Eski büyük evlerde sık görülen bu pencereli kısım, konserde hafif bir platform ile yükseltilip sahne yapılmıştı. İzlerken müzisyenler arkadaki pencereler nedeniyle üşüyor mu diye düşünürken tam tersine onlara sıcak bastı. Kontrbasçı ve trombonist kazaklarını çıkardı. Bu esnada küçük espriler yapıldı. Yine de kimsenin utanmadan sıkılmadan, sahneden kaçmadan üstünü başını önce bozup sonra düzeltmesi, “arkadaşlar arasındayız” sayesinde oldu muhtemelen. Şarkı anonslarında biri konuşurken bir başkasının mimiklerini görmek komikti. Hafiften gülümseyerek dinlemeler ya da espri amaçlı göz devirmeler dinleyenleri güldürdü. Özellikle şarkı adlarının hep bir hikâyesi vardı.


Üç kişinin bazen çok derin konulardan sohbet etmesi ama bazen de çok gündelik bir konuyu tartışıp bırakmaları gibiydi. Konu her zaman akıcı değildi ama kimse bu yüzden susmadı. Sohbet aktı. Müzik aktı. Gelenler dinlemekten bıkmamış gibiydi.


Yaklaşık 25 kişilik bir dinleyici topluluğu vardı ve önemli bir bölümü müzisyenleri kişisel olarak tanıyordu. Hem şarkı aralarındaki anonslar sırasında rahatça sahneye bağırdılar, şakalara dahil oldular hem de uzun arada müzisyenlerle sohbet ettiler. Kişisel olarak bir konserde bu samimiyet ortamını özellikle seviyorum. Mümkün olduğunca küçük ortamlarda samimi bir deneyimi, devasa salonlardaki resmiyet dolu bir etkinliğe tercih ederim. Böyle bir müzik deneyiminden “daha az” müzik dinleyerek değil, daha yakın, doğrudan, kolay ulaşılabilir, “daha çok müzik” deneyimiyle ayrıldığıma inanıyorum.

2 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page