İlk kez İstanbul’da izledikten sonra Bill Frisell'i (“firizel” diye okunuyor, ekler “e”ye göre) yeniden izleme şansı bulmak harikaydı. Geçen sene yine Stuttgart'ta Bill Frisell’le, Thomas Morgan'la ve bazı başka jazz müzisyenlerle ilgili bir belgesel izlemiştim ve tekrar Almanya'da bu sefer kendisi karşıma çıktı. Galiba gözümüz neye açıksa o bizi buluyor. Konserden önce çok kısa bir konuşma yaptı Bill. Konuşma denemez belki ama bir iki cümle kurdu. Bundan (2024) 46 yıl önce de Stuttgart'a geldiğini ve bir arkadaşıyla burada müzik yaptığını söyledi. O günlerin daha sonra olan pek çok şeyin de başlangıcı olduğunu söyledi. It was the beginning of a lot of things. Aynen böyle söyledi ve salonda herkes güldü. “Daha sonra olan pek çok şey” diye adeta bütün bir müzik kariyerini özetledi.
Demek ki yıllar önce buraya gelmişti ve belki bu şehirle bir bağı vardı. İnsanların bir mekanla ya da oradaki insanlarla bir bağı olduğu zaman bunu hissetmek kolay oluyor. Salonun dolu olmasından ve insanların da beklentilerinden, coşkusundan anladığım kadarıyla bu çevrede çok fazla jazz müzik dinleyicisi Bill'i düzenli olarak dinliyor ve albümlerini biliyor. Hatta kişiliğini bildiklerine de eminim çünkü konuşmaya başladığı anda salonda inanılmaz bir sessizlik oldu. Ortamda az konuşan ve her dediğini duymak isteyeceğiniz o sessiz bilge kişinin sözlerini dinlemek istiyordu adeta herkes. Dünyanın bir köşesinden bir insanın çıkıp da sadece müzik yaparak bu etkiyi yapması harika bir şey.
Esslingen konserinde ilk şarkı başlarken dinlemekte zorlanacağım kadar tuhaf bir baş ağrısı hissettim. Aynı anda elimdeki telefonu çantama koymayı düşünürken telefon elimden kaydı ve koltuğun altında bir yerlere gitti. Sonrasındaki on dakika boyunca bulmak için aradım bulamadım. Aslında telefonun düştüğünü az çok görmüştüm ve sesini de duymuştum ama bulamıyordum. İnsanları rahatsız etmemek için eğilip Rong’un telefonunun ekran ışığıyla 10-15 saniye bakınıp yerime yeniden oturdum. Çok dinlemek istediğim bir müzisyen nadir bir organizasyonla Avrupa’ya gelmiş. Dinlemek istiyorum ama beynim de paralize olmuş gibi telefonumda. Nasıl bulamam? Gördüğüme eminim. Koltuğumun altında değil, yandaki koltuğun altında değil, öbür yanda değil. Resmen inanamayıp bu sefer bulurum diye eğilim durdukça başımın ağrısını ona katladım. Eğilip durmak ve hızlı olmaya çalışmak vücudumdaki bütün kanı beynime toplamıştı. Konserin sonunda telefonu iki koltuk sağda bir yerlerde buldum neyse ki.
Telefon macerasını bir kenara bırakıp, sonraki on dakikada konsere odaklanınca biraz da müziğin etkisiyle iyileştim galiba. Four albümündeki iki şarkıda çok belirgin olan, temponun durmadan artması ve bir yerde trans haline geçer gibi müzisyenlerin bütün salonu alıp gökyüzüne taşıdığı o anlara yetişdim. Canlı olmadığı zaman bu senkronu yakalamak çok zor ama canlı performansta müzisyenler bize bu etkiyi verebiliyor. Konserin başlarında benim telefon inadım kadar Bill’in de hoparlör inadı vardı. Önündeki kendine dönük duran monitörü işaret edip sürekli sesinin açılmasını istedi. Genelde kendi çalmadığı zamanlarda sürekli el işareti yapıyordu. Büyük ihtimalle diğer müzisyenleri yeterince duyamadığını düşündüm. O el hareketleri yaptıkça insanlar da hem ona hem de ses kabinine bakıyordu. Sonunda ses kabininde duran adamın yerine daha usta olduğunu tahmin ettiğim başka bir kadın geldi ve sorunu çözdü. Adeta bir stüdyo performansı gibi sorunu ve çözümünü konser sırasında izlemiş olduk.
İşte bu an ve daha pek çok an bana aslında nasıl bir müzik dinlemek istediğimi, nasıl bir sanat ya da sanatçı profilini sevdiğimi gösteriyor: Yaptığı işi göklere çıkarmayan, her an orada sadece yaptığı işe odaklanan ama bir ufak sorun yüzünden odaklanamazsa bunu ifade edip yeniden deneyen bir figür. Bu bence alçakgönüllülük değil. Alçakgönüllülüğü aşan bir kabulleniş. Hafif kırışık gömleğinden, geride durmayı seven ama rahat tavırlarından ilham alınacak çok şey var. Jazz müzisyenlerinde, Bill’in sahnedeki arkadaşları da dahil belli bir tarza sahip olma isteği ve bazen de “fazla tarz” tavırlar oluyor. Bu müziği dinleyen ve uzun yıllardan beri az çok konserlere giden bir insan olarak rahatsız olmuyorum bu hareketlerden. Çoğu zaman insanın kendini dış görünüş olarak ifade etme şekliyle yaptığı müzik arasındaki bağlantının kopuk olduğunu düşünüyorum. Yine de bazen sahnedeki insanın “günlük” haliyle orada olması hoşuma gidiyor. Adeta onu görünmez kılıyor ve tamamen işitsel olarak aldığım iletiye odaklanabiliyorum.
Bu kadar müzikten ve müzik dışı şeyden konuşurken bu etkinliğin sadece tek bir insan için olmadığını unutmamak gerek. “Bill Frisell Four”u oluşturan Bill dışında üç kişi daha var ve Bill her zaman birlikte müzik yaptığı insanlara alan açmayı ihmal etmeyen birisi. Öncelikle daha önce birlikte albüm yaptıkları Gregory Tardy’den söz etmek isterim. Ben Gregory Tardy’nin kendi adıyla da albümleri olduğunu biliyordum ama bu projeden önce 16 albümü olduğunu ve ilkini 1992 yılında yaptığını Wikipedia’dan şaşırarak öğrendim. Zaman o kadar hızlı geçiyor mu? Onları dinlemek istedim. Daha önce beraber yaptıkları albüm, “More Than Enough”ın kayıtlarını YouTube’dan izlemek mümkün. Orada Greg’in adı albümün kapağında daha büyük yazıyordu ve Bill onun eşlikçisi gibiydi ama bu sefer roller biraz değişmiş ve Bill’in müziğini dinliyoruz ama Greg’in hiç eksik kalmayan bir katkısı var. O kendi tarzını müzikal olduğu kadar görsel olarak da yansıtan.
Piyanist Gerald Clayton’ın piyanosu sahnenin biraz önünde ve diğer müzisyenlere doğru, içe doğru bakan bir şekilde konumlanmıştı. Diğerlerini rahatlıkla görebileceği bir yerde duruyordu ve biz onun yüzünü göremesek de çoğu zaman hafif hafif gülümsediğini görebiliyorduk. Bir insanın eğlendiğini görmek, sadece çok iyi müzik yaptığını değil, yapanları da en güzel yerden izlediğini görmek güzel bir his. Gerald’ın eğlendiğini gösteren bir bölüm de biste yaşandı. Bis şarkısının başındaki ritm ağırlıklı bölümde bu sefer daha rahat bir tavırla güldüğünü piyanoya vurarak diğerlerine katıldığını gördük.
Johnathan Blake (isim de tashih yok, adamın adı “Johnathan”) ise davulda yine çok rahat, olduğu mekanı hem hacmiyle hem de bedeninin, kafasının hareketleri, olduğu yerde sallanması ve adeta rüyada gibi ya da kendi trans aleminde gibi çalmasıyla ve minimum enerjiyle maksimum müzik yapma felsefesinin öncülerinden bir isim olmasıyla hafızamızda kalacak. Blake’in YouTube’da izlenmesi gereken jazz müzikte swing üzerine harika bir videosu olduğunu söylemem lazım. Orada hem kendisi için hem de caz tarihinin önemli isimleri için swingin önemini çok keyifli bir şekilde dinleyebilirsiniz.