Gerçekleri duymaya hazır olup olmadığımız hakkında yazılan ne kadar çok kitap var. Çoğunda saklanan gerçeğin yavaşça ortaya çıkmasının heyecanı, okurken bir şeyler ters gidecekmiş hissiyle birlikte ilerliyor. Yani hem taşların yavaş yavaş ortaya saçılmasından dolayı heyecanlanıyoruz hem de bu saçılan taşların bir yerleri döküp kırmasından korkuyoruz.
Klasik bir dedektiflik öyküsü okurken suçlunun kim olduğunu artık öğrendiğimize inandığımız noktadaki hislerimiz düşünelim. Bu gerçeği söylemek acaba bir şeyleri değiştirecek mi? Bu gerçek dediğimiz şey gerçek mi? Bir de bunun mücadelesini veren asıl karakterimizin başına bir şey gelmeden bu olayları sonuca ulaştırması mümkün olacak mı?
Ödön von Horvath’ın Tanrısız Gençlik isimli romanının ikinci yarısı bize bu soruları sorduran hafif dedektiflik öğeleriyle dolu. Elbette bir dönemin ruhunu anlatmaya odaklanmış bu kısa romanı dedektiflik öyküsü diye tanımlamak pek mümkün değil ama suç/suçlu ve gerçekler/yalanlar gibi ikilemleri inceleyen çalışmalarda bu kitaba da yer verilmiş olduğunu zannediyorum. Belki de öyle olmasa bile akademik olarak bu kitabı ele alan Almanca çalışmalarda bu konulara özellikle yer verilmiştir herhalde.
Tanrısız Gençlik, 1937 yılında yazıldığı için ve artan milliyetçi hareketin etkisinde kalan gençliğe yer verdiği için genellikle bu politik çerçeveyle hatırlanıyor. Hakkında yazılan yazılarda da dönemin politik atmosferi ve gençliğin üzerinde eğitimin ve ailelerin etkisinden söz edildiğini görüyoruz. Bununla birlikte bu konuları ele almanın bir yolu olarak yazar, ana karakter olan öğretmenin yaşanan bir olay hakkında gerçekleri anlatıp anlatmama ikilemini merkeze almış.
Ben ise, bu kitabı okurken farklı bir şeye dikkat etmekten kendimi alamadım. Asıl olarak kendi konusuyla ele alınması ve değerinin verilmesi önemli olan bu kitap aslında kendi değerinden çok bir yazı yazma ilhamı olarak da olukça öğretici. İyi bir yazı sanatı kadar iyi bir yazı zanaati de bu hissi pekiştiriyor. Ortada çok önemli bir konu var ve yazar onu anlatıyor ama odağını yazıdan ve karakterlerinden kaybetmeden merkeze geliyor..
Bir yangını söndürmek için yangının ortasına atlayıp da çırpınarak söndürmeye çalışan yazarlar gibi değil. Sakince ne yapılması gerektiğini düşünüyor ve ateşin büyümesini önlüyor. Sonra belki bu ateşi bir kamp ateşi gibi küçüçük hale getirip bizimle birlikte izliyor ve işini bitirince de pılını pırtısını toplayıp kamptan ayrılıyor. Ben de blog yazıyorsam eğer bu kadar metaforik olmak yerine yazarın ne yaptığını anlatmalıyım belki!
Bir çığırtkanlık yok burada. Bize sadece ırkçı ve cahil bir gençlik gösterip klasik ergenlik buhranlarından bir demet sunmuyor. Bunu sunsaydı da belki farklı açılardan değerli olabilirdi ama o zaman yükselen milliyetçilik ile çocukluk ya da gençlik zorbalıklarını veya kafa karışıklıklarını birbirinden ayırmak zor olabilirdi. Bazen ayrımcılığı ya da ırkçılığı anlatırken yazarların gençlerin psikolojilerini yeterince düşünmediğini görüyoruz. Oysa von Horvath gençlerin dünyasında kalarak, onların saran dünyadan nasıl etkilendiklerini ve bunu nasıl bir zorbalıkla dışa vurduklarını gayet iyi anlatmış. Kurmaca yazmayı denerken ilham almak gayet iyi bir anlatı.